Eğer doğanın kalbine kulağımızı verirsek, bizden bir yardım çağrısında bulunduğunu duyabiliriz. Dünyamız, milyarlarca yıl süren evrimi boyunca yaşamı koruyup büyüten bir yuvaya dönüştü fakat insan eliyle yarattığımız modernite, bu olağanüstü dengeyi bozmak üzere. İklim krizinin ağırlığı, tükenmekte olan doğal kaynaklar, kirlenen hava ve su, her biri buna birer işaret. Üstelik bunlar yalnızca çevresel değil, insanlık için de bir varoluş mücadelesine dönüşmek üzere. Peki ülkelerin ve şirketlerin sürdürülebilirlik vaadi ne ölçüde gerçekleştirilebilir?
Sıfır karbon ikilemi
Teknoloji devlerinin sürdürülebilir enerji konusunda attığı adımlar, özellikle kamuoyunun gözünde oldukça ilgi çekici ve cesaret verici görünse de bu şirketlerin vadettiği yeşil dönüşümün ne kadar derin ve gerçekçi olduğu sorgulanabilir. Şirketlerin karbon nötr olma hedefleri ve yenilenebilir enerjiye yatırım yapma yönündeki açıklamaları, sürdürülebilirlik adına önemli adımlar olarak lanse edilse de bunun gerçekten çevresel etkileri azaltıp azaltmadığı ve uzunvadede fayda sağlayıp sağlamadığı hala belirsiz.
Özellikle teknoloji sektöründe, büyük devlerin yenilenebilir enerji yatırımları ve sıfır karbon hedefleri, birçok açıdan daha çok pazarlama stratejisi gibi görünmektedir. Apple ve Google gibi devler, veri merkezleri ve ofis binaları gibi tesislerinde yenilenebilir enerji kullanımını artırdıklarını ve karbon emisyonlarını sıfıra indirgemek için yatırımlar yaptıklarını açıklıyorlar. Ancak bu büyük şirketlerin sürdürülebilir enerji vaatleri, gerçekte tedarik zincirlerinde ve üretim süreçlerinde hala fosil yakıtlara dayalı enerji kullanımını ortadan kaldırmakta ne kadar başarılı olduklarına dair şüpheleri beraberinde getiriyor. Örneğin, Google’ın veri merkezleri tamamen yenilenebilir enerjiyle çalışıyor olsa da, bu enerji, çoğu zaman kömür gibi fosil yakıtlarla beslenen santrallerden sağlanıyor. Böylece teknoloji devlerinin ‘yeşil’ enerjiyle çalışıyor olma iddiaları, zaman zaman sürdürülebilir enerji kullanımının yerini alan fosil yakıt bağımlılığı ile çelişebiliyor.
Bir başka örnek ise elektrikli araç sektöründeki büyük oyuncular. Tesla ve diğer elektrikli araç üreticileri, sıfır emisyonlaçalıştıklarını ve fosil yakıt kullanımını engellediklerini savunuyorlar. Ancak elektrikli araçların bataryalarının üretimi, şarj altyapısı ve bataryaların geri dönüşümü, çevresel etkileri azaltmak bir yana, yeni ekolojik zorluklar yaratıyor.
Elektrikli araç bataryalarının üretimi, lityum, kobalt ve nikel gibi kaynakların çıkarılmasını gerektiriyor ve bu süreç çevreye ciddi zararlar verebiliyor. Öte yandan, bu araçların şarj edilmesi için gereken elektrik de her zaman yenilenebilir kaynaklardan sağlanmıyor; pek çok yerde bu enerji hala fosil yakıtlarla elde ediliyor. Çevreci olma iddiasındaki şirketlerin yenilenebilir enerjiye yatırım yapmaları ve karbon emisyonlarını azaltma yönündeki hedeflerini duyurmaları, genellikle halkla ilişkiler ve marka imajını güçlendirme çabalarıyla bağlantılı algılanıyor. Bu şirketler büyük ölçekte enerji verimliliğini artırma veya karbon emisyonlarını azaltma hedeflerini vadetmiş olsalar da çoğu durumda bu adımların çoğu kısa vadeli çözümler gibi kalıyor ve uzun vadede sürdürülebilirlik konusunda pek de anlamlı bir fark yaratmayabiliyor. Örneğin, birçok büyük teknoloji şirketi, kendi tesislerinde kullanılan enerjiyi yenilenebilir kaynaklardan sağlama yönünde adımlar atsa da tedarik zincirindeki üretim ve taşımacılık süreçlerinde hala fosil yakıtlar kullanılıyor. Bu da sürdürülebilirlik hedeflerinin ne kadar gerçekçi ve bütünsel olduğuna dair soru işaretlerini beraberinde getiriyor.
Karbon nötr olmanın en kolay yolu: Karbon kredisi toplamak
Teknoloji devlerinin karbon nötr hedefleri için en büyük adımı yenilenebilir enerjiye geçiş oluşturuyor. Ancak dünya çapında veri merkezlerinin artan enerji tüketimi, bu geçişin daha önce belirlenen sürelerde amacına ulaşmasını zorlaştırıyor. Yapay zeka için ihtiyaç duyulan işlem gücünün artması, yenilenebilir enerji kaynaklarının veri merkezlerinin enerji ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanmasına sebep oluyor. Bunedenle, teknoloji devleri çoğu zaman enerji tüketimlerinin büyük kısmını karbon kredisi satın alarak telafi ediyor.
Karbon kredisi, şirketlerin atmosfere saldıkları karbonu ‘dengelemek’ adına orman dikimi ya da yenilenebilir enerji projelerine finansal taahhüt vermesi anlamına geliyor. Ancak bu sistem salınan karbonu gerçekte azaltmıyor, onu teorik olarak dengeliyor. Birçok teknoloji şirketi, karbon salınımlarını dolaylı ve doğrudan olarak ikiye ayırarak raporluyor. Dolaylı emisyonlar, tedarik zincirleri, çalışan seyahatleri ve hatta kullanıcıların enerji tüketiminden kaynaklanan karbon salınımlarını içeriyor. Dolaylı emisyonlar şirketlerin beyanı esas alınarak hesaplanıyor.
Fosil yakıtla beslenen yeşil dönüşüm
Elektrikli araçlar, sürdürülebilir ulaşımın simgesi olarak yaygınlaşıyor ancak bu araçların çevre üzerindeki gerçek etkileri henüz tüm boyutlarıyla tartışılmamış durumda. Hatırlayın, Elon Musk Tesla henüz yollara atılmamışken hepimizin kulaklarına ‘karbon emisyonu’, ‘yeşil enerji’, ve ‘sürdürülebilrilik’ gibi anahtar kelimeleri iliştirmişti. Bu yüzden olacak ki, pek çok insan, bu araçların kullanımının karbon ayak izini azaltacağını ve fosil yakıt bağımlılığını kıracağını düşünerek elektrikli araçlara yöneldi. Ancak bu geçişin tüm yönleri ele alındığında, özellikle batarya üretimi ve enerji kaynaklarının sürdürülebilirliği açısından bazı önemli sorunlar ortaya çıkıyor.
İlk olarak, elektrikli araçlarda kullanılan lityum-iyon bataryalar, sürdürülebilirlik açısından çok büyük bir ikilem yaratıyor. Bu bataryaların üretimi için gereken lityum, kobalt ve nikel gibi madenler, genellikle yoğun çevresel tahribat yaratan madencilik faaliyetleriyle çıkarılıyor. Örneğin lityum, çoğunlukla su kaynakları açısından hassas bölgelerde bulunuyor. Şili’deki Atacama Çölü’nde veya Arjantin’in kuzeyinde bu madenin çıkarılması için çok büyük miktarda yeraltı suyu kullanılıyor ve bu süreç hem su kaynaklarını kurutuyor hem de bölgedeki ekosistemleri derinden etkiliyor. Üstelik kobalt ve nikel madenciliği de doğal alanların yok edilmesine ve yerel ekosistemlerin bozulmasına sebep olurken, bu minerallerin çıkarılması esnasında da ciddi karbon salınımı yapılıyor. Tüm bunlar, elektrikli araçların üretim aşamasında çevreye sanıldığından daha fazla zarar verildiğini gösteriyor. Öte yandan elektrikli araçlar, doğrudan petrol kullanmıyor olsalar da ihtiyaç duydukları elektrik büyük ölçüde fosil yakıtlardan üretiliyor. Bugün dünya genelindeki elektrik üretiminin yüzde 60’tan fazlası hala kömür ve doğal gaz gibi fosil yakıt kaynaklarına dayanıyor.
Bu da demek oluyor ki, elektrikli araçların karbon emisyonlarını azaltma potansiyeli, şarj etmek için kullanılan elektrik fosil yakıtlardan elde edildiğinde sınırlanıyor. Bu durumda elektrikli araçların çevreye olan etkisi, kömür veya doğal gazla çalışan bir enerji santralinden dolaylı olarak üretilen karbon emisyonları üzerinden devam ediyor. Elektrikli araçların şarj edilmesinde yenilenebilir enerjilerin kullanımı artırılmadığı sürece, bu araçların çevreye olan pozitif etkisi sınırlı kalacak. Örneğin Almanya, İsveç ve Danimarka gibi ülkelerde yenilenebilir enerjinin elektrik üretimindeki payı hızla artarken, pek çok diğer ülkede enerji hala büyük oranda fosil yakıtlardan sağlanıyor. Bu durumda, elektrikli araç kullanımı yaygınlaştıkça, elektrik talebi de artacak ve bu talebi karşılamak için kömür ya da doğalgaz gibi çevreye zarar veren enerji kaynaklarının daha fazla kullanılma riski doğacak.
Günümüzde küresel elektrik üretiminin yüzde 60’tan fazlası hala kömür ve doğal gaz gibi fosil yakıt kaynaklarına dayanıyor.
Kaş yaparken göz çıkarmak
Elektrikli araçların çevre üzerindeki etkisi, bataryaların kullanım ömrü sona erdiğinde de devam ediyor. Lityum-iyon bataryalar, kullanımdan sonra doğrudan geri dönüştürülmediği takdirde çevreye çok büyük bir zarar verebiliyor. Üstelik bu bataryaların geri dönüştürülmesi oldukça enerji yoğun ve maliyetli bir işlem. Şu anda dünya genelinde geri dönüşüm altyapısı elektrikli araç bataryalarının tümünü karşılayacak düzeyde değil. Bunun sonucunda, çoğu batarya ya doğrudan çöpe gidiyor ya da çevreye sızarak toprak ve su kirliliğine yol açıyor. Batarya geri dönüşümünün zor olmasının bir nedeni ise bu bataryaların iç yapısındaki karmaşıklık. Bir lityum-iyon batarya, lityumun yanı sıra nikel, kobalt ve çeşitli metaller içeriyor ve bu metallerin geri kazanımı oldukça maliyetli ve ciddi bir karbon ayak izi bırakan bir süreç. Ayrıca bu bataryaların ömrü, petrol gibi fosil yakıt tüketimine kıyasla, kullanım süreci boyunca çok daha karmaşık bir bakım ve denetim gerektiriyor.
Elektrikli araçların gerçek anlamda çevreci bir ulaşım alternatifi haline gelmesi için yenilenebilir enerji kaynaklarının hızla yaygınlaşması ve elektrikli araç bataryalarının üretiminde ve geri dönüşümünde daha temiz yöntemlerin geliştirilmesi gerekiyor. Bugün bazı Avrupa ülkeleri, enerji üretiminde yenilenebilir kaynaklara ağırlık vererek bu dönüşüm yolunda önemli adımlar atıyor. Örneğin, Almanya’nın enerji politikasında güneş ve rüzgar gibi temiz enerji kaynaklarının payı giderek artarken, ABD ve Çin gibi büyük ekonomiler de bu alanda çeşitli adımlar atmaya çalışıyor. Ancak bu geçiş süreci yavaş ilerliyor ve karbon emisyonlarının azaltılması için daha büyük çabalar gerekiyor. Paris İklim Anlaşması gibi küresel çevresel mutabakatlar, ülkeleri karbon nötr enerji kaynaklarına yönlendirmeye çalışsa da bu süreç henüz yeterince hızlı bir çözüm sunmuyor.
Yapay zeka devriminin çevreye etkisi Yapay zeka teknolojisinin son yıllarda hızla gelişmesi, dünyanın dört bir yanındaki ekonomilere büyük katkılar sağlarken, aynı zamanda çevresel etkileri de giderek artıyor. 2022 Kasım’ında ChatGPT’nin piyasaya sürülmesiyle başlayan yapay zeka patlaması, yalnızca ticari alanda değil, çevresel düzeyde de büyük bir değişime yol açtı. Her geçen gün artan yapay zeka uygulamaları, daha fazla hesaplama gücü gerektiriyor, bu da daha fazla enerji tüketimi anlamına geliyor.
Bu artış, özellikle veri merkezlerinde barındırılan yapay zeka uygulamalarının artan enerji talepleri ve karbon salınımıyla doğrudan ilişkili. Yapay zeka sistemleri, geleneksel yazılımlar ile karşılaştırıldığında çok daha yüksek enerjiye ihtiyaç duyuyor. Örneğin, bir yapay zeka uygulaması tarafından gerçekleştirilen basit bir görev, aynı görev için kullanılan geleneksel yazılıma kıyasla 33 kat daha fazla enerji tüketebiliyor. Bu yüksek enerji talebi, teknoloji devlerinin karbon salınımını artırmasına yol açarken, aynı zamanda elektrik şebekelerine de ek bir yük bindiriyor. 2013 verilerine göre, veri merkezleri küresel elektrik kullanımının yüzde 1 ila 1,5’unu, enerji tüketimine bağlı CO₂ emisyonlarının ise yüzde 1’ini oluşturuyordu. Aynı dönemde, havayolu sektörü küresel karbon emisyonun yüzde 2’sini, demir-çelik endüstrisi ise yüzde 7-9’unu oluşturuyordu.
Yapay zeka patlaması, veri merkezlerinin çevresel etkisini daha da artırıyor. Özellikle Microsoft, Meta ve Google gibi devlerin çevresel raporları, bu artışın ne denli büyük olduğunu gösteriyor. Microsoft, 2020 ile 2023 arasında yıllık emisyonlarının yüzde 40 oranında arttığını ve 12,2 milyon ton CO₂’den 17,1 milyon ton CO₂’ye çıktığını bildiriyor. Bu artış, sadece doğrudan emisyonları değil, aynı zamanda veri merkezlerinde kullanılan elektriğin üretimiyle ilişkili dolaylı emisyonları da kapsıyor. Meta’nın yalnızca 2020 ile 2022 arasında Scope 3 emisyonları yüzde 65 oranında artarak 5 milyon tondan 8,4 milyon tona çıkmış durumda. Google’ın 2023’teki emisyonları, 2019’a kıyasla yüzde 50 oranında arttı. Şirketin 2024 yılına dair çevresel raporunda, yapay zeka uygulamalarının enerji ihtiyacında meydana getirdiği artışın planlanan emisyon azaltma hedeflerine ulaşmayı zorlaştırdığı belirtildi.
Veri merkezlerinin yalnızca yüksek enerji tüketimiyle değil, aynı zamanda büyük miktarda su kullanımıyla da çevresel etkiler yaptığını unutmamak gerekiyor. Veri merkezlerinin sunucularını soğutmak için kullandığı su soğutmalı sistemler, çok yüksek miktarda suya ihtiyaç duyuyor. Örneğin, 2021 yılında ABD’deki veri merkezlerinin her megavatsaat enerji tüketimi başına yaklaşık 7100 litre su kullandığı hesaplandı.
Google’ın yalnızca ABD’deki veri merkezleri, 2021 yılında 12,7 milyar litre civarında su tüketmiş durumda. Bu durum, özellikle su kaynaklarının giderek daha fazla baskı altında olduğu iklim değişikliğiyle mücadele eden bölgelerde daha da ciddi bir sorun haline geliyor. Örneğin, ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki kuraklık nedeniyle, Google, Amazon ve Meta gibi şirketler su tasarrufu sağlamak ve su tedarikini iyileştirmek amacıyla ‘su pozitif’ projeler başlatmaya karar verdiler. Bu projeler, şirketlerin tükettikleri suyun daha fazlasını geri kazandırmak amacıyla ekolojik açıdan dirençli su havzaları yaratmayı ve toplumu su tasarrufu konusunda eğitmeyi içeriyor.
Veri merkezlerinin bu yüksek enerji ve su talebinin yanı sıra, iklim değişikliğinin yarattığı sıcaklık artışlarıyla da doğrudan bir ilişkisi bulunuyor. Dünya genelinde, 1980’lerden bu yana her on yılda bir 50°C’nin üzerinde geçen günlerin sayısı artmış durumda. Bu da küresel ısınmanın somut etkilerini gözler önüne seriyor. Örneğin, 2023 Temmuz’u, kayıtlara geçen en sıcak ay olarak tarihe geçti. Yüksek sıcaklıklar, yerel halk üzerinde olumsuz sağlık etkileri yaratırken, veri merkezlerinin soğutma ihtiyaçlarını da artırıyor. Havanın sıcak olduğu günlerde, klima cihazlarının kullanımı hayati önem taşırken, veri merkezlerinin de aynı şekilde soğutma sağlamak için elektrik tüketimini artırması, elektrik şebekelerinde daha fazla yük oluşturuyor ve kimi bölgelerde elektrik kesintileri ve sistem çöküşlerini tetikleyebiliyor.
Yapay zeka’nın büyüyen çevresel etkilerine karşı teknoloji şirketleri daha duyarlı hale gelmeye başlasa da bu duyarlılığın somut adımlara dönüşmesi konusunda hala ciddi belirsizlikler bulunuyor. Özellikle 2023 yılında yapılan bir araştırmaya göre, Avustralya’daki sürdürülebilirlik profesyonellerinin yalnızca yüzde 6’sı veri merkezi işletmecilerinin detaylı sürdürülebilirlik verisi sağladığını belirtiyor. Avustralya ve Yeni Zelanda’daki BT yöneticileri arasında yapılan başka bir anket, bunlardan yüzde 72’sinin kurumlarında yapay zeka teknolojilerini kullanmaya başladığını ve yüzde 68’inin bu teknolojilerin artan enerji talepleri konusunda endişe duyduğunu gösteriyor. Şirketler, teknolojinin çevresel etkilerini azaltmaya yönelik somut stratejiler geliştirmek zorundalar. Aksi takdirde, teknolojinin sunduğu ilerlemeler, gezegenin sürdürülebilirliğine daha fazla zarar verebilir. Yarına bakarken, dünyamıza karşı sorumluluğumuzu unutmamalı ve her adımda bilinçli bir değişim yaratmaya çalışmalıyız. Eğer sadece yeşil bir dünya vadetmekle kalırsak, karanlık günlerin ardında bizi bekleyen gerçek felaketten kaçamayız. Bunu engellemek istisnasız hepimizin sorumluluğu.
Bu yazı Digital Report Dergisinin 20. sayısında yayınlanmıştır.