İçinde bulunduğumuz sosyo-ekonomik krizler manzumesini “kötü bir problem” olarak tanımlamamızda bir mahsur olmadığı konusunda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum. Peki bu problem için bir çözüm tasarlamak mümkün mü?
Sene 2021, aylardan Nisan… Yıllardır yaşanmamış ne kadar “Yok artık, öyle bir şey olmaz herhalde!” varsa, sıraya girmiş gibi önümüze seriliyor. Düny ada ve ülkemizde, bambaşka bir dönemin içinden geçiyoruz. Neredeyse her batan güneş, bir sonrakini aratır durumda. Yıllık planlarımız, finansal öngörülerimiz, risk senaryolarımız, geçmiş yıllardaki tecrübelerimize dayanarak yarattığımız fizibilitelerin her biri, teker teker “kadük” hale geliyor. Plan güncellemekten iş yapamaz hale gelmiş durumdayız. Demek ki geçmişte her nasıl planlama yapıyorsak, şimdi o planlama yöntemlerini değerlendirme sehpasına alma ve gözden geçirme zamanı geldi de geçiyor. Çünkü mevcut ilerleme şeklimizi, en basit tanımıyla “Zifiri karanlıkta kör uçuşu yapıyoruz” olarak betimleyebiliriz. İşte tam da bu ahval ve şerait içinde vazifemiz, batık maliyet teorisine dikkat etmek olmalıdır.
Nedir bu batık maliyet teorisi?
“Şartlar değiştiyse kararı değiştirmek gelecekteki faydayı arttırabilir. Ancak insanlar genellikle önceki yaptıkları yatırımlarının, şu andaki kararlarını etkilemelerine izin vermektedir. Bu durum ‘batık maliyet’ olarak tanımlanmaktadır.”
Tanımı pekiştirmek adına aşağıda aktardıklarım yaşanmış bir hikayeden alıntılanmıştır.
“Mart 2020’de ilk Covid-19 vakası ile karşılaştık., İlk vakadan hemen sonra evden çalışma kararı aldık. ‘Ofisle ile ilgili kararımızı, önümüzdeki günlerde olacaklara bakarak veririz.’ dedik ve hafta hafta devletin pandemiyle savaş tablosunu gözlem altında tutmaya başladık. Vakalar indi, çıktı. Tekrar indi. Sonra tavanı delercesine yukarı çıktı. Kapandık. Açıldık. Sonra tekrar kapandık. Yeniden açıldık ve bugün yine yeni yeniden kapandık.
Mevcut ilerleme şeklimizi, en basit tanımıyla “Zifiri karanlıkta kör uçuşu yapıyoruz” olarak betimleyebiliriz. İşte tam da bu ahval ve şerait içinde vazifemiz, batık maliyet teorisine dikkat etmek olmalıdır.
Uzaktan çalışmaya başladığımız günden itibaren her ‘Ofisi kapatıp, daha küçük bir ofise geçerek, pandemi sonrasında ofis hayatımızı sıfırdan mı tasarlamalıyız?’ tartışmasını açtığımızda ‘Ofise çok yatırım yaptık. Eğer ki ofisi boşaltırsak, yeniden kurmamız çok fazla maliyet yaratacaktır. Ofise bugüne kadar yaptığımız tüm yatırım da boşa gidecektir.’ iç sesini dinledik. Geçmişte yaptığımız yatırımların ‘aldatıcı’ sözde gelecek kazanımları, geleceğimiz için alacağımız kararları perdeledi. Diğer bir deyişle, geleceğimiz için alacağımız kararın maliyet analizini, geçmişte yaptığımız yatırımlar belirledi.”
Yukarıdaki alıntı, çok tanıdık geldi değil mi? İşte alın size, batık maliyet teorisi’nin kanlı canlı bir örneği…
İlk vakadan bugüne 14 ay geçti. Kahramınımız, aylardır bomboş duran bir ofis için, kira konusunda hiçbir destekten de faydalanmaksızın boş yere devasa bir kira, aidat, ofis altyapı giderleri toplamını göğüslemiş durumda. Batık maliyet teorisinin baskısı altında kalmaksızın karar alabilmiş olsaydı, ilgili toplamın büyük bir bölümünü likiditeyi kuvvetlendirmek, satış baskısını azaltabilmeye imkan verecek gelir hedefleri optimizasyonu ve tabii ki demotive olan ekibi diri tutabilmek için kullanabilir, pandemi çıkışında çok daha hızlı bir “oyuna dönüş” gerçekleştirebilirdi. Eli kolu bağlandı, yapamadı. Gelecekte yatırıma geri dönüşünü alabileceği yeni bir karar vermenin maliyetini karşılamaktansa, geçmiş bir yatırımın sunduğu yanılgının geçici konforu içerisinde kendini koruduğunu sandı.
Eğer ki tasarım problem çözmek ise, karşımızda “kötü” bir problem var
Tasarım teorisyeni Horst Willhelm Jakob Rittel ilk kez 1973 yılında dile getirdiği “Wicked Problem” tanımıyla, tasarımı problem çözmek olarak gören zümrelerde soğuk duş etkisi yarattı. Her problemin karakteristik olarak birbirine benzemediklerini ve bu kötü problemlerin çözümlerinin çok zor ya da imkansız olduğunu dile getirdi. Çoğu zaman eksik, birbirleriyle çelişkili ve sürekli değişken (dolayısıyla da tanımlamaları neredeyse imkansız olan) değişkenlerin kötü problemlerin ortak paydaları olduğunu tanımladı. Sonra durmadı ve kötü bir problem ile karşılaştığımızı anlayabilmemiz adına 10 adet karakteristik betimledi:
1. Kötü bir problemin kesin bir formülasyonu yoktur.
2. Kötü sorunların durdurma kuralı yoktur.
3. Kötü sorunların çözümleri doğru ya da yanlış değil, daha iyi ya da daha kötüdür.
4. Kötü bir sorunun çözümü için acil ve nihai bir test yoktur.
5. Kötü bir soruna her çözüm “tek seferlik bir işlemdir”; deneme yanılma yoluyla öğrenme fırsatı olmadığı için her girişimin önemi büyüktür.
6. Kötü problemlerin sayılabilir (veya ayrıntılı olarak tanımlanabilir) bir potansiyel çözümleri seti veya plana dahil edilebilecek iyi tanımlanmış bir izin verilebilir işlem seti yoktur.
7. Her kötü problem özünde benzersizdir.
8. Her kötü sorun, başka bir sorunun belirtisi olarak düşünülebilir.
9. Kötü bir sorunu temsil eden bir tutarsızlığın varlığı çeşitli şekillerde açıklanabilir. Açıklama seçimi, sorunun çözümünün doğasını belirler.
10. Sosyal planlayıcının yanlış olma hakkı yoktur (yani planlamacılar, ürettikleri eylemlerin sonuçlarından sorumludur).
İçinde bulunduğumuz sosyo-ekonomik krizler manzumesini “kötü bir problem” olarak tanımlamamızda bir mahsur olmadığı konusunda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum. Ek olarak batık maliyet teorisinin bize zehirli bir konfor alanı dışında bir fayda sağlamadığı konusunda da anlaştıysak, bu işin içinden nasıl çıkacağımıza dair önermeyi barındıran son paragrafa geçebiliriz.
Önce kabuller: Evet, pandemi, bireysel, sosyal ve iş hayatlarımızı derinden etkiledi. Teknik terim olarak da sıfat olarak da “kötü” bir problemle karşı karşıyayız. Geçmiş yatırımlarımıza sıkı sıkıya bağlanmak ve değişime direnmeye çalışmak da işe yaramıyor. Problemin içinde o kadar uzun süredir yaşıyoruz ki onun bir parçası haline geldiğimizi göremeyecek kadar karanlıktayız. Pandemi sonrası dönemle ilgili hayallerimizi gelirsek, onları tasvir bile edemeyecek kadar yorgunuz.
Kabul edelim, hepimiz değişiyoruz. Kabullenelim, hepimiz bir başka bize dönüşüyoruz.
Peki yukarıdakilerden hangisi/hangileri “Pandemi sona erdi.” cümlesini duyduğumuzda yeni bir “biz” olacağımız gerçeğini değiştiriyor? Pandemi esnasında, pandemiden öncesindeki konfor alanımızı korumaya çalışmanın, pandeminin yıkıcı etkisinden uzak durmaya çalışmanın ya da en basit tanımıyla pandemiye rağmen pandemisiz yaşamanın bir yolunu bulmaya çalışmanın ne anlamı var? Kabul edelim, hepimiz değişiyoruz. Kabullenelim, hepimiz bir başka bize dönüşüyoruz.
“Ne zaman biteceğini bilsem, önce yogaya, sonra piyanoya, ardından vegan olmaya ve hatta eş zamanlı olarak da tekrar balık tutmaya başlayacağım… Yeter ki bana ne zaman biteceğini söyleyin. Belirsizlik kanseri tüm organlarıma metastaz yaptı”cılar, son sözüm size.
Pandeminin son gününü belirleyemiyorsak, biz de son gün tahmininde bulunup ıskaladığımız o bir sonraki son günü, pandemi sonrasında her neye dönüşeceksek, onun daha iyisine dönüşebileceğimiz ek gün olarak da değerlendirebiliriz öyle değil mi? Yeter ki neye dönüştüğümüze kendimiz karar verecek iradeyi gösterelim.